Bu yazıyı, yaşasaydı bugün doğum gününü kutlayacağımız sevgili babama ithaf ediyorum.
22 Eylül 2024 tarihinde Bilinen anlamda sosyal medya uygulamaları öldü başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Bu yazıda, geçmişten bugüne sosyal medya uygulamalarının nasıl değiştiğine değindim. Benim gördüğüm tablo hiç de iç açıcı değildi. Her geçen gün tüm sosyal medya uygulamaları, kullanıcıların zamanı üzerinden devasa bir gelir akışı inşa ederken, kullanıcılar günden güne zombileştirilerek gerçek anlamda iletişimden mahrum bırakılıyordu. Bu durum bugün de devam ediyor. Kullanıcılar artık etkin değil. Artık arkadaşlarımızla ya da tanımadığımız insanlarla ne etkileşim kurabiliyor ne de pozitif bir bağ oluşturabiliyoruz.
Bu söylediklerim yeni değil. Bu konuda yukarıda linkini verdiğim yazıya da bakabilirsiniz. Elbette bunları dile getiren ilk kişi ben de değilim. Hatta bu konuda yazılmış pek çok makaleye ulaşabilirsiniz. Ya da… acaba gerçekten ulaşabilir misiniz?
Sosyal medya algoritmaları, sizin daha çok zaman geçirmeniz üzerine kurgulanıyor. Siz ne kadar çok zaman geçirirseniz, o kadar çok reklam göreceksiniz. Bu da sosyal medya şirketlerinin gelirlerine gelir katacak. Yapılan her güncelleme doğal olarak bu basit ve bilinen amaca hizmet ediyor. Ancak sosyal medya şirketleri, gördüğünüz içerikleri rastgele göstererek daha az kazanmayı göze alamaz. Bu nedenle ne gördüğünüzü kontrol etmek ve bundan maksimum kazanç sağlamak zorundalar. Sosyal medya şirketleri için sizin bir hesabı takip etmenizin bir anlamı yok. Bunun yerine, ilginizi çekebilecek içeriklerle sizi meşgul etmek çok daha kazançlı.
Evet, siz de haklısınız. Bu herkesin bildiği bir gerçek ve tüm sosyal medya platformları (X, Facebook, LinkedIn, YouTube, TikTok, Instagram vb.) bu yöntemle çalışıyor. Bunu değiştirmek bizim elimizde değil. Elbette yine de yapabileceğimiz bazı şeyler var. Mesela sosyal medya hesaplarımızı kapatabiliriz. Zamanımızı vererek bu şirketlerin daha fazla para kazanması için çabalıyoruz ve onlar da bize dopamin sağlıyor. Hesaplarımızı kapatarak bizi adım adım bağımlılığa yaklaştıran ve sosyal medya kullanmadığımız anlarda mutsuz olmamızı sağlayan bu dünyadan uzaklaşabiliriz.
Peki ama ben bu yazıyı size nasıl ulaştıracağım? Ya da siz bu yazıya nasıl ulaşacaksınız? Arama motorları vasıtasıyla ulaşabileceğinizi düşünüyorsanız, onların sosyal medyalardan çok daha önce öldüğünü hatırlatmam gerekiyor.
Şahsen ben Twitter/X hesabımı geçtiğimiz aylarda kapattım. Bu kararımdan hâlâ mutluyum. Ancak beni takip eden ve benden haberdar olmak isteyen insanlarla artık bir iletişimim yok (hesaplarım aktifken de saydığım sebepler yüzünden zaten bu iletişim çok azdı). Yazdığım bu metni onlara duyurabilmem pek mümkün değil. Bu noktada, yazıyı kendi blogumda yazdığım için eleştirebilirsiniz. Mesela bunun yerine Medium üzerinde yayımlayabilirdim ve siz de bunu görebilirdiniz. Değil mi?
Ne yazık ki Medium da bir istisna değil. Medium da diğer sosyal medya platformları gibi takip sistemini pek önemsemiyor. Çünkü ücretli üyelik modeli sunarak yazarların yazıları üzerinden para kazanmasını sağlamaya çalışıyor. Ne güzel bir düşünce! Ancak Medium’a göre yazma amacını ticari olarak belirleyen kullanıcıların ürettikleri “profesyonel” içerikler, benim içeriklerimden daha değerli. O içerikler ne kadar okunur ve kullanıcılar ne kadar para kazanırsa, içerik üretme iştahı da o kadar artacak. Bu sayede Medium’da hemen her türden insanın bulabileceği, çok iyi hazırlanmış içerikler çoğalacak. Tam bir kazan-kazan denklemi.
Maalesef burada kaybedenler de var. Benim gibi kâr amacı gütmeyen, gerçek etkileşim peşinde olan, fikirleri önemseyen insanlar yoklar.
Öte yandan herhangi bir yazıyı okumak da bir emek gerektiriyor. Bunun yerine 20 saniyelik bir sosyal medya hikâyesi oluşturup, hayatınızdan sadece 20 saniyeyi alarak derdimi anlatabilirdim. Siz de o 20 saniye içinde, belki bana hak verip belki de saçmaladığımı düşünüp bir sonraki hikâyeye geçebilirdiniz. Benim savunduğum fikirler, salt bir tüketim nesnesine dönüşerek ne sizin hayatınızda ne de benim hayatımda kalıcı bir yer edinirdi.
Benim için ürettiğim içerik sadece bir para kazanma materyali, sizin içinse yorucu bir günün kısa bir kafa dağıtma anı olurdu. Ben daha fazla para kazanmak için sürekli daha fazla kısa video hazırlar, siz de kafa dağıtmak için daha fazla izlerdiniz.
İçim daraldı…
Yaşadığımız çağdan her geçen gün biraz daha nefret ediyorum. Artık konuşmuyoruz, dinlemiyoruz, anlamaya çalışmıyoruz. Tüm dostluklarım birbirimize gönderdiğimiz hikâyelerden ibaret. Şahsen okuyacak bir şey bulmakta bile zorlanıyorum. Dahası, gördüğümüz hemen her şey algoritmalar tarafından seçiliyor. Yapay zekâ ile üretilen içeriklerin, organik içeriklerden daha fazla olması ise bu distopyanın adeta tuzu biberi oldu.
Yine de kolay pes etmek istemedim ve direndim. Yukarıda bahsettiğim yazıdan sonra, Tinyblog.space adını verdiğim bir sosyal medya projesi geliştirdim. Twitter’ın ilk zamanlarının basitliğini korumaya çalıştım. Tüm akış tamamen kronolojik olarak sıralanıyordu. Sadece takip ettiğiniz hesapları görebileceğiniz bir platformdu. Gerçek etkileşim ön plandaydı.
tinyblog.space ekran görüntüsü
Elbette bu macerayı “sosyal medyada” duyurduktan sonra oldukça cılız bir katılım oldu. Sanırım 50 kadar kullanıcıya ulaştık. İlk haftadan sonra da hemen unutuldu. Projeyi sosyal medyada duyuran bir arkadaşım düşündürücü bir mesaj almıştı:
Google yıllarca denedi, başaramadı. Siz kimsiniz?
Bu retorik soru beni epey etkiledi. Haklıydı. Biz kimdik ki? Özgür interneti özleyen, 1984 romanından hallice bir hâl almış, büyük şirketlerin ne gördüğümüze karar verdiği bir ortamda zombileşmeyi reddeden, sahip olduğumuz zamanın değerini unutmamaya çalışan, gerçek etkileşimi, tartışmayı, fikirleri ve yazının gücünü özleyen bir avuç hayalciydik.
Elbette Google gibi devasa bir makinenin yapamadığını bizim başarmamız, saçma bir toyluktan başka bir şey değildi. Nitekim başaramadık.
Ancak bu “başaramayanlar”ın içinde ne yazık ki o mesajı gönderen arkadaş da var, bu yazıyı okuyan sen de varsın sevgili okur. Ben tek başıma değil, biz hep birlikte başarısız olduk. İnsanlığı çok ileri götürmesi gereken bir teknolojideki tüm haklarımızdan vazgeçtik. İnternette ne görmek istediğimize bile karar veremeyen edilgen kullanıcılar olmayı kabul ettik. Sanki biz aptalmışız gibi, önümüze konulanın algoritmalar tarafından belirlenmesini kabullendik. Sahip olduğumuz az miktardaki değerli zamanı, farklı fikirler üzerine düşünerek harcamak yerine, aynı konuda hazırlanmış bininci hikâyeyi arkadaşımıza göndermeyi tercih ettik. Biz, insanlık olarak bize dayatılan distopyayı kabul ettik. İşin belki de en acı yanı, yeni nesillerin internetin hep bugünkü hâliyle var olduğuna inanacak olması.
Hâlbuki bir zamanlar, basit bir dolmuş zammı için kurulan bir Facebook grubunda aylarca süren paylaşımlar ve tartışmalar sonucunda o zammı geri çektirebilmiştik. Bunu mümkün kılan şey, kullanıcıların kontrolündeki bir sosyal medyaydı.
Bugün bizi istedikleri gibi şekillendirebileceklerinin farkında mısınız?
Facebook–Cambridge Analytica veri skandalında, Cambridge Analytica şirketi Facebook’taki tüm verilerin yalnızca %4–6’sını (kabaca) kullanarak bazı grupları sandıktan uzaklaştırmak, bazılarını ise öfkeyle motive etmek gibi eylemleri gerçekleştirdi. Bugün Facebook çok daha fazla veriye sahip. Sizce bu şirketler sizin davranışlarınızı ya da kararlarınızı kontrol edecek güce sahip mi? Eğer bu güce sahipseler, onları bu gücü kullanmaktan alıkoyan ne? Etik değerler mi? Kanunlar mı? Yoksa paraya karşı olan tokgözlülükleri mi?
Son olarak bu yazıyı yazmaktaki amacıma gelelim. Bir şeyi değiştirebileceğimi düşünmüyorum. Bir insan tek başına bu kadar büyük bir değişimi başaramaz. Büyük değişimler ancak bir araya gelen pek çok insanın el ele çalışmasıyla gerçekleşebilir. Artık herhangi bir konuda bir araya gelebilmemiz mümkün gibi görünmüyor. O savaş kaybedildi. Biz, bir savaş olduğunun bile farkında değildik.
Belki istediklerinde milyonlarca insanı bir araya getirebilecek bir güç ellerinde var. Yine de bu gücü bizim yararımıza kullanacaklarına —nedense— pek ihtimal vermiyorum. Tüm bunlara rağmen bu yazıyı yazdım. Sadece kendim için. Çok az sayıda insanın bu yazıya ulaşabileceğini düşünüyorum. Tıpkı bu blog ve burada yer alan diğer yazılar gibi.
Sevgiler.