Türkiye için hala ümit edilecek bir şey var mı?

Bu yazı Politik Düşünceler Yazı Dizisi kapsamında yazılmıştır. Tüm yazılara buradan ulaşabilirsiniz.

Bu yazı boyunca Türk vatandaşlarındaki umutsuzlukları inceleyeceğim. Umutsuzluğun kaynağı nereden geliyor, neden hareketsiz kalıyoruz, sorumluluktan nasıl kaçıyoruz, ne gibi savunma mekanizmaları kullanıyoruz ve hangi safsatalara tutunuyoruz?

Kırılma noktası

Eşime düşüncelerimi yazma fikrinden bahsettiğimde beni desteklediğini belirtti. Ancak çalışmalarımın hemen başında bütün ümidimi yitirdim ve yazmaktan vazgeçtim. Yazdıklarımın herhangi bir kıymeti olmayacağını, büyük ihtimalle kimsenin okumayacağını, bilgi birikimimin böylesi bir çalışmayı yapmaya yeterli olmadığını düşünüyordum. Çocukluğumdan bu yana içimdeki büyük işler başarmak coşkusu kaybolmuştu. Artık böyle bir insan olmayacağımı kabul etmiştim. Sıradan bir vatandaş, yazdığı yazılarla, bir ülkenin kaderinin iyi yönde değişmesinin sebebi olamazdı. Bu duyguyu yazıya dökmek, duygunun kendisini kabul etmekten daha kolay.

Bu düşüncelerimi bir akşam yemeğinde eşimle paylaştım. İyi bir eş olduğu için beni teskin etti. Üzerine epey konuştuktan sonra güzel bir şey söyledi; ‘Hiç bir şey olmasa bile, bu tarihe ve çocuklarımıza bir not bırakmaktır.’. Şu an bu yazıyı okuduğunuza göre, bu söz beni motive etmek için işe yaramış demektir. Bu deneyim benim için bir kırılma noktasını temsil ediyor.

Kırılma noktası; tüm insanların zaman zaman karşılaştığı bir gerçekliktir. Mantıklı görünen sebepler ortaya çıkıp, bizi işimizden alıkoyar. Üzerimizdeki atalettir.

Büyük işlerin gerçekleşmesi için gerekli olan çalışma, disiplinli bir çalışma olmak zorundadır. Motivasyonu sürekli diri tutmak kolay değil. Bu nedenle, kırılma noktasına geldiğimizde anda, yaşadığımız hislerin tanımını yapabilmemiz gerekir.

Herkesin kolaylıkla herhangi bir kırılma noktasında vazgeçebileceğini düşünüyorum. Yazılarım kırılma noktasında vazgeçecekler için bir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle, zaman zaman bizi vazgeçirmeye zorlayan bazı hususların üzerinde duracağım.

Galata Kulesi Fotoğraf smuldur, pixabay

Tek bilinmeyenli denklem yanılgısı

Tek bilinmeyenli denklem yanılgısı; ülkenin sorunlarının tek bilinmeyenli bir denklem olarak görüp, doğru kişi ya da ideolojiyi denklemde yerine koyarak denklemin çözüleceğine olan inançtır. Bu doğru değildir. Gerçek hayat çok daha karmaşıktır. Bu nedenle herhangi bir kişi ya da ideoloji Türkiye’nin sorunlarını çözmeye tek başına yeterli değildir. Peki neden?

Türkiye’de siyasetin başarısını ölçmeye çalışacağımızı düşünelim. Bu ölçümü hangi kriterlere göre yapacağız? Bireylerin farklı beklentileri olacaksa bunları nasıl formüle yerleştireceğiz? Ya da ölçüm için kullanabileceğimiz genel-geçer bir formül gerçekten var olabilir mi? İşimizi kolaylaştırmak için hayali bir endeks düşünmenizi istiyorum; huzur endeksi. Huzur endeksi, Türkiye’nin genel durumunu temsil eden ve 0-100 arasında sayısal bir değeri olan bir endeks. Tüm siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, kolluk güçleri, hukuk sistemi, sağlık altyapısı vs bu değeri daha yukarıya (daha iyiye) doğru taşımak için çaba harcar. Siyasetin genel amacı da bu değeri olabildiğince yukarıya taşımaktır. Herhangi bir bireyin iyi sağlık hizmeti alabilmesi de, bir gencin kaliteli sosyal faaliyetlerde bulunabilmesi de, daha az gürültü kirliliği de bu huzur endeksinin içerisindedir.

Huzur endeksi gerçekte var olan bir endek değil. Ancak bu hayali endeksimizi oluşturan diğer tüm parametreler gerçek ve oldukça çeşitliler. Binlerce, hatta onbinlerce farklı parametreden söz edebiliriz. Huzur endeksine pozitif ya da negatif yönde etki eden tüm parametreler değişken. Ancak her birinin etkisi oldukça sınırlı.

Herhangi bir siyasi parti iktidara gelerek bu denkleme etki edebilir. Ancak denklem üzerindeki tek güç bu değildir. İktidardaki siyasi parti huzur endeksine negatif bir etki yapıyorsa, karşılık olarak pozitif etki yapacak kuvvetleri denkleme sokmadığımızda endeks daha kötüye gidecektir. Pozitif kuvvetler tek başına endeksi yukarıya taşıyamayabilir. Ancak en kötü durumda bile, daha da kötüye gitmesini engelleyecektir. Denklemde güçlü bir negatif kuvvet olduğunu düşünüyorsak, denkleme etki edecek pozitif güçleri oluşturmak zorundayız. Etki eden pozitif kuvvetler negatif kuvvetlerden daha güçlü olduğunda, Türkiye daha iyiye gidecektir.

Türk vatadandaşlarının bu denklemi yeterince anlayamadıkları için siyaseti faaliyetlere gönülsüz olduklarını düşünüyorum. Bu yanılgı kırılma anlarında vazgeçmemize sebep oluyor. Pozitif kuvvetler oluşturmak zorundayız. Pozitif kuvvetler de sadece emek harcanarak oluşturulabilir.

Geri dönülemeyecek nokta yanılgısı

Mulalif bloğun üst üste kaybettiği seçimler ve özellikle anayasada yapılan köklü değişiklikler nedeniyle artık geri dönülemeyecek bir noktada olduğumuzun düşünülmesi de bir başka yaygın inanç. Vatandaşlar arasında yaygın olan bu umutsuzluk ve karamsarlık acı bir şekilde kendisini gösteriyor. Bizim de yurt dışına taşınma sebeplerimden birisinin bu umutsuzluk olduğunu belirtmem gerek.

Hepimiz, içinde bulunduğumuz durumda kendimizi çaresiz hissediyoruz. Değiştirmek zorunda olduklarımızın büyüklüğü bizi korkutuyor. Bu noktada hem kendime, hem de sizlere bir kaç not bırakmak istiyorum.

Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgi alarak, Serv Antlaşması sonrası tamamen parçanlanma ve sömürgeleştirilme sürecine gerdi. Fiili olarak İstanbul İşgal edilmiş ve neredeyse beş yıl boyunca işgal altında kalmıştı. Bununla da yetinilmemiş, İzmir’in işgali ve Yunan ordusunun neredeyse Ankara’ya kadar gelmesiyle buhran iyice artmıştı. Bu anı gözümüzde canlandırmamızı istiyorum. Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Yunan İşgali’ne karşı savaşan bir millet düşünelim. Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu zaten yüzyıllar boyunca kötüydü. Çanakkale Savaşı gibi savaşlarda Anadolu varını yoğunu kaybetmişti.

O dönemde yaşıyor olsaydık, muhtemelen çoğumuz ümidimizi yitirmiştik. İşler artık geri dönülemez noktadaydı. Bir çözüm yolu üretecek ve uygulamaya koyacak motivasyonu kendimizde bulamazdık. Şanslıyız ki tarihimiz bu durumu kabullenmeyip çözüp yolları arayan vatanseverlerle dolu. Onlar, geri dönülemeyecek bir noktanın varlığını reddettiler. Tarih nice geri dönüşlerle doludur.

Geçmişimizde yaşananları aklımızda tutmalı ve geri dönülemeyecek nokta safsatasını bir kenara bırakmalıyız. Tek bilinmeyenli bir denkleme sahip olmadığımız için pozitif kuvvetler durumu daha kötü hale getirmeyecektir. Tarih karşısında, sonuna kadar kapalı olan kapıları dahi zorlamakla mükellefiz. Sizce yukarıda bahsettiğim şartlardan daha kötü bir durumda mıyız?

Kurtarıcı lider yanılgısı

Osmanlı Devleti’nin çöküşündeki manzarayı anlattığımda bazı eleştiriler gelebilir. Bunlardan en kuvvetlisi, şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’ün varlığıdır. Atatürk’ün bir dahi olduğu, ek olarak kurmay subay olması dolayısıyla içinde bulunduğu şartlarda ülkeyi kurtuluşa götürecek araç ve imkanlara sahip olduğu, çevresinin doğal olarak diğer kurmay subaylarla çevrili olduğu, ihtiyaç duyduğu anlarda Kazım Karabekir gibi başka kurmay subaylardan destek görebildiği inkar edilemez bir gerçek. Tabii olarak Atatürk’ün mücadeleye henüz başlamadan sahip olduğu donanımlar, yaptıklarını yapabilmesine olanak sağlamıştır. Ancak bu mitleştirilen hikayede boşluklar olduğunu düşünüyorum.

Atatürk’ün kurmay subaylığı ve çevresi tek başına yeterli değildir. Atatürk gibi donanımlara sahip başka subaylar da olmasına rağmen, hiç biri Atatürk’ün başarmış olduklarını başaramamıştır. Peki neden? Atatürk’ü diğer subaylardan ayıran özellikler nedir? Bu özellikleri nasıl kullanmıştır? Bugün yaşadığımız lider sorununu daha iyi anlayabilmek için bu sorulara cevap vermek zorundayız.

Atatürk, devletin içerisinde bulunduğu sorunları tek başına çözemeyeceğini biliyordu. Büyük işler ve büyük sorunlar, sadece kararlı farklı beyinlerin bir araya gelerek, disiplinli çalışmasıyla çözülebilirdi. Atatürk Samsun’a ulaştıktan sonra tüm işgal karşıtlarını bir araya getirmek için uğraşmştı. Kongre ve genelgeler ile mevcut durumun kabul edilemeyeceğini ilan etti ve daha fazla insanlar bir araya gelerek kollektif bir hareket oluşturdu. Atatürk’ün dehası insanları bir araya getirerek sorunlar üzerinde konuşmalarını ve çözüm üretmelerini sağlamaktır. Atatürk’le aynı güçlere sahip olan diğer subayların Atatürk ile arasındaki fark budur. Çoğu kişi kendi fikirlerini sarsılmaz doğru olarak kabul ederken, Atatürk müzakere ile uzlaşı yoluna gitmiştir.

Bugün yaşadığımız lider sorunu bu sebeplerle yapay bir sorundur. Çoğu kez bir liderde aranılan özellikler olarak Recep Tayyip Erdoğan da örnek gösterilmekte. Ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’le ortak bir kollektif çalışma bilinci yok. Erdoğan, zaten en iyisini bildiğine inanan bir liderdir. Bu konuda mevcut siyasi figürlerin de farklı olduğunu düşünmüyorum.

Bu durum, muhalif blogun bilinen şekliyle bir kurtarıcıya asla sahip olamayacağını göstermekte. Beklenilen ve olması gereken arasında uyuşmazlık var. Ben Türkiye’nin Atatürk gibi başka dehalara da sahip olduğunu düşünüyorum. Bu kişileri tanımıyor oluşumuz, var olmadıklarını göstermiyor. Bu kişilerin dehalarını sergileyebilecekleri siyasi bir platform var mı? Siyasi partilerdeki kadrolaşma gerçek vatanseverlerin evlerinde oturmalarına sebep olmuyor mu?

Başka dehaların ya da liderlerin ortaya çıkması için, bu dehaların ortaya çıkmasını sağlayacak şartları olgunlaşmalı.

Ek olarak, “Lider yok!” söyleminin kendi tembelliğimizi örtmeye yarayan bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Böylece kötü gidişin sorumluluğundan kendimizi kurtarıyoruz. Halbuki gerçek bir lider olsa peşine takılacağız, değil mi? Mevcut durumu düzeltmek, ya da en azından daha kötü olmasını engellemek için yapabileceğimiz bir şey yok! Şüphesiz, bu düpediz bir safsatadır.

Leadership Motivation Challenge Fotoğraf ednguyen21, pixabay

Kurtarıcı kurum yanılgısı

Kurtarıcı beklentisi sadece bir liderle de sınır değil. Kurtarıcı olarak siyasi partilerden de medet umuyoruz. Bizim yerimize, bizim düşüncemizi siyasete yansıtan bir siyasi parti olmalı. Yıllardır, milyonlarca bireyin kendi siyasi düşüncesini yansıtan bir siyasi partinin olmamasından yakınmasını dinledim. Tekrar ediyorum; yıllarca ve milyonlarca insan!

Muhalefet yeterince muhalefet yapamamakla eleştiriliyordu. Türkiye’de bir muhalefet kesinlikli yoktu ve bugün bu yaşadıklarımızın ana sorunu belki de buydu. Bu noktada bir soru sormak istiyorum; eğer iktidardaki partiye oy vermiyorsanız, bu sizi muhalefet yapmaz mı?

Burada yine aynı savunma mekanizmasını görüyoruz. Muhalefetin kötü olmasının nedenini kendimizden değil, başkalarından biliyoruz. Kesinlikle bizim hatamız değil, nasıl olsun ki? Biz evimizde otururken yaşanıyor tüm bunlar. Biz evimizde otururken…

Sizinle çok dillendirilmeyen bir gerçeği paylaşacağım. İktidar partisine de oy verseniz, muhalefet partilerine de oy verseniz, yaşadığınız sorunları kimse sizin için sizin adınıza çözmeyecek. Fikirlerimizi siyasi partiler aracılığı ile siyasallaştırmak zorundayız. Eğer fikirlerinizi hiç bir siyasi parti sahiplenmiyorsa, ya da siyasi partilerin sizin dinleyecek bir yapısı yoksa, kendi siyasi organizasyonunu oluşturmak zorundasınız. Biz aktif olarak siyasette rol almıyorsak ve siyasi partilerin organizasyonlarına bir emek vermiyorsak, siyasi partiler neden bizim yerimize bizim fikirlerimizi savunsun? Pasif bir şekilde siyasi partilerden medet ummak da yine kurtarıcı beklemek safsatasına yol açıyor. Beklediğimiz siyasi parti hiç bir zaman kendiliğinden oluşmayacak.

Dahası da var. Bu durum siyasi partilerle de sınırlı değil. Örneğin Avrupa Birliği’ni de benzer şekilde kurtarıcı olarak görme safsatası var. Avrupa Birliği üyeliğimizle birlikte dertlerimizde kurtulacağımızı hayal ediyoruz. Bu da doğru değil. Yukarıda saydığım sebepler burada da geçerli. “Danmark”, “Danların ülkesi” anlamına geliyor. İçinde yaşadığımız ülkemizi tıpkı Danlar gibi sahiplenmeliyiz. İnsan haklarına saygılı bir hukuk düzeni istiyorsak, bu düzeni kendimiz kurmamız gerekiyor. Avrupalıların bizim için zaman harcayıp, bizim dertlerimizi bizim için çözmesini bekleyemeyiz. Onların kendi sorunları var ve biz umurlarında bile değiliz. Bu da son derece doğal.

Bireysellik ve kolektivizm

Şüphesiz Türkiye’nin kurtuluşu, kurtuluş sancısı çeken insanların çözüm yolları bulmak için bir araya gelmesi ve bu konuda çalışmasıyla olacak. Bu durum bir başka sorunu gündeme getiriyor. Türkiye öteden beri toplumsal birlikteliğe önem veren bir yapıdaydı. Ancak yapısı gereği toplumu oluşturan bireyler, bireysel bir düşünceye sahip olamazdı. İçinde bulundukları toplumla birlikte tanımlanır, o toplumun normalarına göre yaşarlardı. Biz kendi rönesansımızı yaşamadığımız için sorunlu bir bireysellik algısı geliştirdik. Toplumsal inanışları, aşiret ve cemaat kavramlarını reddediyoruz. Böylece bireysel düşüncenin önündeki engeller kalkıyor.

Ancak o kadar fazla bireyselleşiyoruz ki, büyük sorunların üstesinden gelebilmek için kollektif bir çalışma yürütmemiz, fikirlerimizi demokratik bir ortamda tartışmamız, ve nihai olarak uzlaşmamız gerekliliğini unutuyoruz. Sonuç olarak kusursuz bireysel ama hiç bir suretle bir araya gelemeyen bir yapı ortaya çıkıyor. Türkiye gibi cemaat/tarikat/aşiret kavramlarının hala çok güçlü olduğu ülkelerde de, bir kesim kusursuz bir kollektivizm ile hareket ederken, bireyselliğe önem verenler un ufak oluyor. Oysa herhangi bir kolektif hareket sürü dinamikleriyle bir arada olmak zorunda değil.

Değişim için oy verme safsatası

Yaşadığımız bir başka yanılgı da, değişim için doğru siyasi partilere oy vermenin gerekliliği. Elbette oy vermek demokratik süreçlerin önemli bir parçası. Ancak ne en önemli parçası, ne de sonuçları beklendiği kadar güçlü değil. Oy verme işlemine gereğinden fazla anlam yüklüyoruz. Ben, bu davranışın da sorumluluklarımızdan kurtulmak için kullandığımız bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Örneğin ülkeyi kötü yönettiğini düşündüğümüz AKP’ye oy verenleri suçluyoruz. Bu duruma sebep olanların onlar olduğunu düşünmek, kendimizi temize çıkarıyor. Nasılsa biz “doğru” olan siyasi parti ve adaylarına oyumuzu verdik. Yaklaşık beş senede bir yaptımız bu eylemle ülkenin düzelmesi gerektiğini umuyoruz.

Kilo vermek isteyen bir insan, beş senede sadece bir kez spor yapsa bu etkili olur mu? Ya da sadece ideal kiloya ulaşmak istediği tarihten önceki son 6 ay, yoğun bir spor kampanyası yapsa? Sağlıklı bir şekilde zayıflamak, diğer hemen her şey gibi disiplinli bir program gerektiriyor. Sürekli bir uğraş halinde olmalıyız. Karakterimize kazınmış son gecede çalışıp ülkeyi kurtarma huyumuzdan vazgeçmemiz gerekiyor. Seçim safhasına gelen kadar yapılması gerekenleri yapmıyoruz. Bunların neler olduğuna başka yazılarda (hem eleştiri hem de öneri kısımlarında) değineceğim. Her gün tekrar ettiklerimizle bir kurtuluş sağlayabiliriz. Disiplinli bir çalışma olmadan en iyi ihtimalle geçici zaferler kazanabiliriz.

Halkın siyasetçileri yönettiği sistem beklentisi

Siyasete dair sıklıkla duyduğum bir başka eleştiri; siyasi partilerin halka yeterince kulak vermemesi. Siyasetçilerin halkı yönetmeye çalıştığı ama aslında bunun tam tersi şekilde olması gerektiği, yani halkın siyasetçileri yönetmesi gerektiği söyleniyor.

Bu da bir başka savunma mekanizmadır. Yine pasif bir durumda kalmayı, siyasetçilerin dertlerimizi dinlemesi ve ülkeyi bizim istediğimiz şekilde yönetmesini istiyoruz.

Bunun nasıl gerçekleşeceği izaha muhtaçtır. Soyut anlamda evimizden dışarı adımımızı atmıyoruz. Çalışmak zorunda olduğumuz için tam bir mesai ile siyasetle ilgilenmemiz mümkün değil. En iyi ihtimalle sosyal medya hesaplarımızdan, benim gibi şahsi bloglarımızdan, ya da sözlük platformları üzerinden fikirlerimizi paylaşıyoruz ve ülkenin nasıl kurtulacağının formüllerini veriyoruz. Belki bir eyleme katılmış, ya da siz de blog yazıları yazmış olabilirsiniz. Tüm bunların yeterli olmadığını düşünüyorum.

Tüm bu yaptıklarımızın karşısında aktif olarak siyasetle uğraşan bir kitle var. Bu siyasetçiler parti kurmuş, para ve zaman harcamış insanlar. Kendi içlerinde rekabet ederek bir şekilde milletvekilliği, parti başkanlığı ya da bakanlık gibi konumlara gelmişler. Biz bu noktada, hangi güçle bu insanlardan bizim istediğimiz şeyleri yapmalarını bekleyeceğiz? Bizim siyasi parti temsilcilerinin parti içerisindeki konumlarına karar verme gücümüz yoksa, bu siyasetçiler üzerindeki gücümüz nedir?

Güç yüzüğünün tek bir sahibi vardır, o da gücünü kimseyle paylaşmaz.

Gandalf

Eğer siyasetçileri biz yönetmek istiyorsak, siyasi partilerde aktif olarak gücümüzün olması gerekiyor. Siyasi partilerde mutlak güç sahibi olanların genel başkanlar olmaması gerekiyor. Siyasi parti üyeleri liderleri tarafından değil, liderler parti üyeleri tarafından seçilmeli. Aynı şekilde, parti üyeleri parti görevlilerini değiştirebilme gücüne de sahip olmalı. Parti yöneticileri, parti kararlarını uygulamakla yüklümlü memmurlar olarak çalışmalı. Bunun nasıl olabileceğine başka yazımlarımda detaylıca değineceğim.

1 her zaman 0’dan büyüktür

İçerisine düşündüğümüz bir diğer yanılgı da mükemmeliyetçilik. Sorunsuz bir sosyo-ekonomik yaşantı isteği, şüphesiz haklı bir istek. Ancak haylini kurduğumuz Türkiye yapabileceklerimizin ötesinde olduğunda, hiç bir şey yapmamayı tercih etmemiz anlaşılır değil.

Mükemmelleşme muazzam düzeyde efor gerektiriyor. Söz konusu bir ülkenin mükemmeleşmesiyse gereken efor miktarı artmakla kalmıyor, daha da karmaşıklaşıyor. Üretilen bir politikanın etkisini anlayabilmek on yıllar sürebiliyor. Bu durum kötümser senaryo severlerin ağzından düşmeyen deyimleri ortaya çıkarıyor; “Türkiye asla düzelmez.”, “Bu ülkenin düzelmesi için her şeyin kökten değiştirilmesi lazım”, “Bize eli sopalı bir diktatör lazım” ve daha niceleri.

Ne Türkiye düzelmesi imkansız bir devlet, ne her şeyi kökten değiştirmek zorundayız, ne de diktatörler ülkelerin sorunlarını çözer. Tüm bu düşüncelerin sebebi 1’in 0’dan büyük olduğunu unutmamız. Biz, kusursuz olmadıkça hiç bir çözümü kabul etmiyor, ya da bunu kendi pasifliğimizi örtbas etmek için kullanıyoruz. Sizce Genç Cumhuriyet başarısız olmuş bir proje midir? Hiç olmasaydı, bugünün Türkiye’sinde kadınlar daha fazla hakka mı sahip olacaklardı? Türkiye daha ileri bir demokrasiye mi sahip olacaktı? Şüphesiz hayır. Şüphesiz, Türkiye düzeliyor ama bu bir günde olmayacak. Genç Cumhuriyet, Osmanlı Devleti’nin pek çok kurumunu devraldı. Cumhuriyet, Osmanlı subayları tarafından kuruldu. Politika üretmek değişimi ifade etse de, ufak değişiklikler yapıp gözlemlemek her şeyi yıkarak ve yepyeni bir sistem koymaktan daha iyidir. Bu durumu ilerleyen yazılarda detaylıca inceleyeceğim.

Ülkeleri ileri taşıyan demokrasiyi anlayış ve uygulayış biçimidir. Kendi politik görüşümüzü dayatmak yerine uzlaşıya çalışmak ve herkesin mutlu olacağı formüller üretmek gerekir. Örneğin bir kanun değişikliği yapmak istiyorsak, ancak değiştirmek istiğimiz 10 madde üzerinde uzlaşma sağlanamıyor, fakat yalnızda bir madde üzerinde uzlaşı varsa, o kanunun 1 maddeyle çıkarılması hiç çıkarılmamasından daha iyidir.

İnsan kaynağımızın yetersiz olması

Türkiye’nin çok iyi yetişmiş, çok iyi eğitime sahip milyonlarca vatandaşı var. Bu insanlar iyi eğitimlerini yabancı dillerle, farklı bilgi ve becerilerle zenginleştirmiş durumda. Dünyayı tanıyıp anlayacak bilgi birikimi ve vizyona sahipler. Şirketler kuruyor, yönetiyor ve yaptıkları işlerde başarı sağlıyorlar. Bizim nitelikli insan konusunda ciddi bir kaynağımız var. Eksik olan, bu insanların kollektif bir hareket içerisinde aktif politika üretiyor olmaları.

CHP’nin yaklaşık bir buçuk milyon üyesi bulunuyor. AKP harici diğer siyasi partilerin üye sayısı daha düşük. Bu üyelerin ciddi bir bölümü aktif olarak parti teşkilatlarında görev alan insanlar da değil. Türkiye’de aktif olarak siyasette görev alabilecek, yüksek yeterliliğe sahip 250.000 kişi olmadığını düşünmüyorum. Hepimiz siyasi partilerin yapısını, siyasetçilerin yaşlarını, üretilen politikaları eleştiriyoruz. Ancak karşısına bir alternatif koyabilmekten uzağız. Aktif olarak, iyi kurgulanmış bir siyasi parti içerisinde politika üretmeye çalışan yüzbinlerce insan, ciddi bir pozitif katkı sağlayacaktır.

Biz pasifliğe mahkum edilmiş değil, pasifliği tercih etmiş milyonlarız.

Sonuç

Bu yazı ile birlikte, kısaca bizi harekete geçirmekten alıkoyan düşünsel hatalara değinmeye çalıştım. Bizim hareketimizi engelleyen nedenler elbette bunlarla sınırlı değil. Burada sadece bir kaçına değindim. Bunların yanına bir o kadar başka neden daha koyabiliriz.

Bununla birlikte, burada yazdığım nedenlerin içeriklerini de genişletilerek, örnekler çoğaltılabilir.

Ancak ne kadar yazarsak yazalım, milyonlarca insanın pasifizminin bizim kendi tercihimiz olduğu konusunda kararlıyım. Biz, eğer ülkenin durumundan yeterince rahatsız olsaydık değiştirmek için çaba harcardık. Eğer bir çabamız yoksa, durumdan söylendiğimiz kadar rahatsız değiliz demektir.

Bizi kendi içinde bulunduğumuz durumdan kurtarabilecek tek güç bizleriz.

“Türkiye için hala ümit edilecek bir şey var mı?” sorusunun cevabı tüm bu yazdıklarımda gizli. Eğer biz ümit edersek, Türkiye’ye hiç bir şey olmaz! Tüm sorunları çözebilecek güce ve beceriye sahibiz. Eksik olan kolektif çalışma kültürümüz.

Ancak bizim ümidimiz yoksa, hiç bir ümit yok. Bu da sorunun Türkiye’de değil, bizde olduğunu gösterir.

Sevgiler.